17 Eylül 2011 Cumartesi

Einstein: Işığa Doğru...

E eşittir m c kare denklemini düşündüğümüzde einstein aklımıza hep kırışık yüzlü bir ihtiyar olarak gelir. Ama e eşit m c kare nin einstein in yaşlılığı ile bir ilgisi yoktur. Genç enerji dolu ve dinamik bir Einstein’ın ürünüdür. Enerji,ışık ve enerji arasındaki bağı anlatan, dünya nın en ünlü denklemi, e eşittir m c kare nin hikayesi Einstein’den çok daha önce enerjinin e sinin keşfedilmesiyle başlar. 19 yy ın başlarında bilim insanları çalışmalarında enerji kavramını kullanmıyorlardı. Tek başına güçleri veya kuvvetleri temel alıyorlardı. Bunlar birbirinden ayrı bağımsız şeylerdi: rüzgarın gücü, kapanan kapının kuvveti... Bütün bu kuvvetlerin altında yatan hepsini birleştiren bir enerji olduğu fikri Michael faraday buldu. Cisimleri harekete geçiren enerji ve onları oluşturan fiziksel madde yani kütle, bütün 19 yy bilim bu 2 muazzam temel üzerinde duruyordu. Fakat biri için geçerli olan kanunlar diğeri için kesinlikle geçerli değillerdi.
Mektuplarından anlaşılan o ki daha 16 yaşındda kafasının ışığın doğasına takmıştı. Konuşabildiği herkese dostlarına meslektaşlarına hatta evleneceği kız arkadaşı Mileva ya bile aynı şeyi soruyordu. Işık nedir? Bir ışık demetinin üstüne binsem ne görürdüm? Sizce ne görürdük? Birlikte ışık demetini yakalayacak kadar hızlansak hızlansak ve hızlansak, ne görürdük?
İşte bu sorular ile einstein ın durmaksızın ışığın üstüne gitmesi bilim dünyasında devrime yol açacaktı. Işıkla evreni yeniden keşfedecek, enerji ve kütleyi birleştirecek gizli bir yol bulacaktı. E eşittir m c kare, ışık saniyede 300 bin km gibi inanılmaz bir hıza sahiptir. O yüzden c ile ifade edilir. Latince hız anlamına gelen celeritas kelimesinin baş harfiyle gösterilir.
19 yy da ışığın hızı hesaplanmadan çok önce kimse ışığın aslında ne olduğunu bilmiyorken daha önce bahsettiğim Faraday, bilgiye dayalı bir tahminde bulunmak istedi. Keşfettiği elektromanyetizmanın yani bir bakıma enerjinin keşfinden daha ileri bir görüş öne sürdü. Işıktan görünmez çizgiler yayılıyor olabileceğini açıkladığında 15 yıl boyunca kimseyi ikna edemedi. Çünkü teorisini destekleyebilecek ileri matematik bilgisinden yoksundu. Sonunda biri imdadına yetişti. Maxbell in faradya yolladığı mektupta  onun görüşüne inandığını ve bunu kanıtlayabilecek ileri matematik bilgisine de sahipti. Maxbell yaptığı çalışmayı faraday a açıklarken bulduğu bir noktayı söylemeden duramadı. Hesaplarda çok ilgi çekici bir durum vardı. Elektrik manyetizmayı, manyetizma elektiriği üretiyordu. Ve bu herkes tarafından kabul edilen bir doğruydu. Ancak bu sadece belli bir hızda gerçekleşiyordu: saniyede 300 bin km yani ışık hızı… Baştan beri faraday haklıydı, ışık bir elektromanyetik dalgaydı.

Tekrar einstein ın kendine sorduğu soruya geliyorduk: bir ışık demetinin üstüne binsem ne görürdüm? Şimdi düşünelim: hareketsiz durduğumuzda ve yüzümüze ayna tuttuğumuzda ışık yüzümden aynaya gidiyor ve yüzümüzü görüyoruz. Ama ya aynayla birlite ışık hızında gitsek ne olur? Yani yüzümüzden yansıyan ışığın aynı hızında... Işık aynaya ulaşamaz ve görünmez olurduk! İşte o andan itibaren ışığın diğer dalga türlerinden çok çok farklı olduğunu anlamaya başlamıştı. Einstein ışığı ünv de ve başka yerlerde araştırıyordu. İsviçre patent enstitüsünde ki işi kabul etti. "ben tanrı'nın dünya yı nasıl yarattığını öğrenmek istiyorum gerisi benim için ayrıntı"... diyordu.
Einstein ve Betsso ışığın değişik mesafelerdeki saatlerden kendilerine ne kadar zamanda ulaşabilecekleri konusunda uğraşırken einstein ın aklına muhteşem bir şey geldi. Einstein ın yaptığı problemi tersine çevirmekti. Düşündüğü şey ışık hızının sabit olduğunu kabul edip zamanın yavaşlaması idi. Yani ışık hızı yavaşladığında zamanda yavaşlayacaktı. İşte bu dünya ya bakış açımızı tamamen değiştirdi. 1905 yılı einstein ve fizik için mucizevi bir yıldı. Atomun gerçek boyutunu bulma üzerine yazdığı ilk makalesiyle başladı. 2 ay sonra ışığın doğası ile ilgili makalesi yayımlandı (bu makale ona nobel’i getirecekti). Sadece 1 ay sonra ise yayımladığı 3. makale ise ısıtılan moleküllerin hareketi ile ilgiliydi ve böylece gerçekten atomun olup olmadığı trtışmasnı bitirdi. 4. makalesi yılın ilk yarısının sonunda yayımlandı. Bu makalede ışık zaman ve mekanla ilgili teorisini anlatıyordu (bu Özel Görelilik kuramıydı). Dünya ya bakışımız değişmişti artık…
Ne zaman ne de mekan einstein ın dünyasında değişmeyen tek sabit artık ışıktı. Ve sonunda 3 sayfada basit bir şekilde ışık enerji ve kütle arasındaki bağlantıyı açıklamayı başarmıştı. e eşittir m c kare… Işığa doğru 10 yıllık bir yolculuğun doruğuna varmıştı artık. 4 yıllık bekleyişten sonra zürich üniversites,ne fizik profesörü olaark atandı. Ondan sonra hızla yükseldi. Berlinde fizik proferörü oldu. Dünya çapında ünlendi. Ve herkesin tanıdığı bir bilim insanı haline geldi.

Kaynakça: Einstein'ın Büyük Fikri, NTV Belgesel

OLANAK,ANLAM VE EYLEM Zamanla Yaşamak ...FİZİK....


Prof. Dr. Ahmet İNAM

Zamanı anlayıp, yorumlayamadıkça yaşamın anlamı eksik kalacaktır. Zaman karşısında duyarlılığımızı kazanamadıkça, eylemlerimizin ahlâk değerlerini kavramakta zorluk çekeceğiz. Zamanı anlayamadıkça insanı anlayışımız eksik olacaktır. İnsanın kendisiyle, diğer insanlarla, doğayla, bilgisiyle, değerleriyle ilişkisi, zamanla ilişkisiyle açığa çıkarılabilir.
Çağlar boyunca, değişik kültürlerde, zaman anlayışları farklı görünüşler göstermiş. Her kültürün bilgeliğinde zamana değgin düşünceler, ilkeler, anlam çerçeveleri geliştirilmiş. "Aktığı", "düz gittiği", "ilerlediği" söylenmiş. Doğum, ölüm, kayıplar karşısında zamana ilişkin görüşler geliştirilmiş. Zamanın ne olduğu üstüne, "evrensel" kavrayışların ardına düşülmüş, felsefe ve bilimde zaman kuramları oluşturulmuş.
İnsan zamanla derdi olan bir varlık. Derdinin ardında benim zaman tutmak dediğim bir kaygı da var. Dilimizdeki yol tutmak deyimine benzer bir anlam yüklüyorum: Yaşamımızdır, zaman tutan. "Şu sıralar, ömrüm zaman tutmuyor ya da öyle bir dönemimdeyim ki zaman tutmuyor hiçbir şey" diyebiliriz, örneğin. Ömrümüzün, yaşayışımızın, işlerimizin zaman tutmaması ne demektir? En azından iki anlamı var bu deyimin: İlki, zamanı kullanamıyorum demektir. Zaman elimden akıp gidiyor, olup biteni denetleyemiyorum, planlar yapamıyorum, düzenlemeler gerçekleştiremiyorum. Zamanı "tutamıyorum", yapıp ettiklerim zaman tutmuyor, "uygun" zamanda "uygun" şeyler yapamıyorum. Sürekli itildiğimi, sürüklendiğimi hissediyorum, örneğin. Sıkıldığımı ya da zamanın hiç "geçmediğini", büyük bir boğuntuyla anlıyorum. "Bugünlerde ben zaman tutmuyorum", diyebilirim. "Ne zaman tutmayan bir yaşamım var!" ya da, biraz anlam değişikliği ile "zaman beni hiç tutmuyor" diyebiliriz; zaman, benim yanımda değil, anlamında. İkinci anlam, zamanı kullanmakla değil de anlamakla ilgili. Acılarım zaman tutmuyor: İki anlamıyla, başedemiyorum ve anlayamıyorum. Zaman ahlâkı açısından, zaman tutmayan bir yaşam nasıl bir yaşamdır? Zaman, insan yaşamıyla, yaşam süresiyle, ömürle ilgili olduğuna göre, ömrün, ömürlerimizin ahlâk açısından değerlendirilmesi sorunu, zaman ahlâkı dediğim bir ahlâk alanını gündeme getiriyor..
İnsan zamanla derdi olan bir varlık. Derdinin ardında benim zaman tutmak dediğim bir kaygı da var. Dilimizdeki yol tutmak deyimine benzer bir anlam yüklüyorum: Yaşamımızdır, zaman tutan. "Şu sıralar, ömrüm zaman tutmuyor ya da öyle bir dönemimdeyim ki zaman tutmuyor hiçbir şey" diyebiliriz, örneğin. Ömrümüzün, yaşayışımızın, işlerimizin zaman tutmaması ne demektir? En azından iki anlamı var bu deyimin: İlki, zamanı kullanamıyorum demektir. Zaman elimden akıp gidiyor, olup biteni denetleyemiyorum, planlar yapamıyorum, düzenlemeler gerçekleştiremiyorum. Zamanı "tutamıyorum", yapıp ettiklerim zaman tutmuyor, "uygun" zamanda "uygun" şeyler yapamıyorum. Sürekli itildiğimi, sürüklendiğimi hissediyorum, örneğin. Sıkıldığımı ya da zamanın hiç "geçmediğini", büyük bir boğuntuyla anlıyorum. "Bugünlerde ben zaman tutmuyorum", diyebilirim. "Ne zaman tutmayan bir yaşamım var!" ya da, biraz anlam değişikliği ile "zaman beni hiç tutmuyor" diyebiliriz; zaman, benim yanımda değil, anlamında. İkinci anlam, zamanı kullanmakla değil de anlamakla ilgili. Acılarım zaman tutmuyor: İki anlamıyla, başedemiyorum ve anlayamıyorum. Zaman ahlâkı açısından, zaman tutmayan bir yaşam nasıl bir yaşamdır? Zaman, insan yaşamıyla, yaşam süresiyle, ömürle ilgili olduğuna göre, ömrün, ömürlerimizin ahlâk açısından değerlendirilmesi sorunu, zaman ahlâkı dediğim bir ahlâk alanını gündeme getiriyor.
Zaman ahlâkına Batı dillerinde Ethicus temporum ya da hê éthikê khronou diyebiliriz. (Latince ve Eski Yunanca'yı biraz zorlayarak!) Eski Yunanca'da êthikê hê en ofthalmois diye bir deyim var: "Gözlerden okunan karakter" diye çevirebiliriz. Bunu zaman için söylersek hê éthikê en khronôi olur; zamandan okunan karakter, zamandan okunan yaşam, zamandan okunan ömür, zamandan okunan ahlâk diye anlayabiliriz bunu. Zamana bakarak, ömrümüzün zamanla ilişkisine, zamanı değerlendirişine bakarak, okuyabiliriz ahlâk değerini!
Zaman ahlakını yaşayabilmek, zaman bilinci taşıyabilmekle olanaklı. Önce zaman tutmalı insan, zamanla ilişkiye geçebilecek dönüşümler geçirebilmeli, böylece zamankürede (kronosfer!) yaşayabilmeli ki zamanından sorumlu tutulabilsin. Zamanı saatten, işgününden, vapur tarifelerinden ibaret sanan kronosferin dışındadır. Zaman bilincinden yoksun milyonlarca insanın zaman önünde verecekleri hesap yoktur! Hiç ölmeyeceğini sanan sağlıklı bir delikanlıya, yastık altında altınlarını saklayan ihtiyar cimriye, "sonra, sonra" diye yaşayabileceklerini erteleyen yaşama korkağına kronosfer kapalıdır. Gün gelir, zamanın değerini anlar, zaman âlemine girerse, zaman ahlâkı işlemeye başlar onun için.
Yitikler yaşamış, yaşayan, acılar çekmiş, çekmekte olan, bilgisiyle yaşamını bütünleştirerek, zaman zaman ya da çoğu zaman kaçırsa da zaman tutabilen, yaşadıklarının anlamını, değerini takdir edebilen, kısaca zamandan öğrenebilen, zamandaki karakteri okuyabilen insan, zaman ahlâkının insanıdır; zamanından sorumludur, hem kendi bireysel, öznel zamanından hem yaşadığı çağın zamanından, elbette geçmişinden.
Zaman ahlâkı, doğum, ölüm, ömür, süre an, gençlik, yaşlılık, yitik, hastalık, pişmanlık, suçluluk, anımsama, anma, umma, bekleme, direnme, vazgeçme... gibi kavramlar alanında etkindir.
ZAMANLARDAN ZAMAN BULMAK
Husserl'den kaynaklanan felsefe, fenomenoloji, zaman yaşantısını bilinçle sınırlı tutar. Zaman, bir anlamıyla, bilinç akışıdır. İnsan bilinçten oluşmaz yalnızca. Zamanı yalnızca bilinciyle ya da zihniyle yaşamaz. İnsan yalnızca zihnine ait değildir çünkü. İnsan; bedeni, duyguları, zihni (ya da bilinci) ve çevresiyle bir bütündür.
"Şu anı yaşıyorum"la dile getirdiğim bilinç durumunu ele alalım. (Ya da, daha somut bir örnek olarak "Penceremden, önündeki bulutu görüyorum") Şu anı yaşamam yalnızca bilincimin bir başarısı olamaz. Beden destekli bir yaşantı içindeyim. Bedenim kendi zamanı içinde, yaşadığıma arka çıkıyor. Örneğin, "ağrı" gibi bir yaşantıda, beden bilincime müdahale eder, kendi zamanıyla. Bedendeki olup-bitme bilince taşınır. Beden kendi işleyişini, kendi zamanını bilincime dayatır.  Yaşantıma duygularım da karışabilir. Sevinçliyimdir örneğin, ya da üzüntülü. Duygularımın zamanı kendini bilinç zamanına gösterir. Bilincim kendi üstüne yönelmiş bile olsa, odaklandığım yaşantının çevresinde farklı bir zaman vardır. Örneğin, ne düşündüğümü düşünürken, önümden geçen vapuru farkedebilirim. Bilincimin zamanına, bedenimin, duygularımın, çevremin zamanı karışır.
"Biyolojik zaman" diye de adlandırılabilen, beden-çevre bütünlüğünün yaşadığı zaman, örneğin her sabah beni belli bir saatte uykudan uyandırabilir. Geçmişte yaşadıklarımın izleri bedenimde, duygularımda, düşünce ve çevremde bulunur. Bunların her zaman ayırdında olmayabilirim. Yaşanmış olanların dörtlü bütünlüğünde izleri, şu anı yaşarken kendini gösterir. Yaşananlar bir anlamıyla hiç yitmez, izler bırakır, bilincin zamanına ulaşanlar anımsanır, bekli, belli dönüşümlerle, "bozulmalarla". Beden duygu ve çevre anımsar ve bilinç "uygunsa" bilince anımsatır. Hegel'den başlayarak, Schopenhauer ve Freud'dan ve ardıllarından bize ulaşan "bilinç dışı" kavramı, böyle bilinç ötesi işleyen zaman için ipuçları vermektedir.
Peki bilincin dışında zamandan söz edebiliyorsak, bunun anlamı nedir? Örneğin, uzayda, insansız bir yerde olup bitenlerin "kendi zamanı" var mıdır? Zaman, insanındır. Kant, bir açıdan haklıydı: İnsan, zamanıyla yaşar, zamanıyla kavrar. İnsandan bağımsız bir zamandan söz edemeyiz. Zaman, insana özgüdür. Bilincin dışında, bedensel, duygusal, çevresel zaman olabilir ama insandan bağımsız zaman olamaz.
İnsan, zaman ahlâkı gereği, kendi varlığında toplanmış değişik zamanları "toparlayabilen", "güdümleyebilen", çekip çevirebilen bir varlıktır. Zamanı yalnızca bilince hapsetmemek gerek. Bilinç merkezli bir zaman anlayışı güdüktür. Zamanı yaşayışımızda, bedenimizi, duygularımızı onlardan ayrılamayan çevremizin katkılarını da unutmamak gerek. Bilinç yaşantısı, beden, duygu, çevre desteklidir ya da bunlardan birinin ya da bir kısmının ya da tümünün engeliyle karşı karşıyadır.
İnsan, bilinciyle zamanı farkeder, anımsar, umar. Oysa, insan farkettiğinden daha fazladır. Bedeninde, düşüncesinde, duygularında, çevresindeki zaman, o farketsin ya da farketmesin "işleyecektir". İnsan için işleyecektir, insanla. İnsan zamanı bilinciyle, olup biteni "şimdi" ile yaşıyor. Geçmişi şimdileştiriyor, geleceğe şimdiden bakıyor. Zamanın şimdisinde durduğunu düşünüyor. Zamanı hep şimdiden görüyor, geleceğe, geçmişe, şimdinin penceresinden bakıyor. Ne zaman kendini, "içindeki zamanı", duymaya, "dinlemeye" çalışsa, şimdiyi yaşıyor. Zamanı şimdide yaşıyor. Yaşadıklarını, yaşamış olduklarını, yaşayacaklarını şimdide tutarak gözden geçiriyor. İnsan, zamanı şimdide farkediyor. Daha dikkatli deyişle: İnsan, kendindeki zamanı şimdide farkediyor. Oysa zaman, insanda geçmiş ve gelecek olarak, bir anlamda "duruyor", "bulunuyor". Yaşamış oldukları ve onların gelecekteki sonuçları, insanın farketmediği düzlemlerde, bedeninde, duygularında çevresinde duruyor. (Burada çevre, birey olarak insanın bedeninden, duygu ve düşüncelerinden ayrılmayan çevredir! Fiziksel bedenim Amerika'da olabilir ama ben düşünce ve duygularımla Türkiye'yi yaşıyor olabilirim. Çevrem, buradaki anlamıyla "ben"den ayrılamayan çevredir! Bendeki çevredir!)
Zaman ahlâkı açısından insan zamanı nasıl kabul etmeli? Çağımızın koşuşturan insanı, Batı Kültüründe şimdide kabul ediyor zamanı. Birbirini de şimdide yaşıyor. "Carpa diem", "günü yakala", "şimdinin hakkını ver, tadını çıkar", ilkeleriyle yürüyor. Geçmişte kalan kültürler de var. Zamanı her zaman bir mazi olarak yaşamaya çalışanlar! Zamanı geçmişte kabul eden bireyler de yaşıyor aramızda.
Levinas, "Öteki"nin mâzide olduğunu söylüyor. Ötekinin zaman tutmadığını düşünüyorum. Zaman ahlâkının temel ilkelerinden biri: Öteki zaman tutmaz. Ne demek? Onu ne kullanabilir ne de anlayabilirsin! Tüketesiye kullanamayız Ötekini. Doğrusu kullanmamalıyız. Öteki insanı, bizden farklı olanı tüketesiye anlayamayız. Benim zaman ahlâkı anlayışım açısından Öteki bize gelecekten gelir! Kendimizi, farkettiğimiz zaman açısından şimdide yaşarız. Öteki, tüketilemez, belirlenemez, zaman tutmayan yanıyla gelecekte kalır hep! Onun gelecekte kalması demek, onun çerçevelenip, geçmişe gönderilememesi demektir. Açık uçludur Öteki. Ötekinin gizi, onun hep gelecekte bulunmasında yatar.
DÜZ ZAMAN, YARATILAN ZAMAN
Zamanı hazır buluruz: Saatler, takvimler, günlük yaşamın koşuşturması, akışı, bu hazır zaman içinde oluşumuzu gösterir. Sorarız: "Saat kaç? Bugün ayın kaçı?" Hazır zaman içinde yaşarız. Hazır zaman, alışageldiğimiz dünyanın, ölçülebilir zamanıdır. Geçmişte, farklı kültürler, gökcisimlerinin hareketlerine, mevsimlere bakarak farklı zaman ölçüleri geliştirmişler. Hazır zaman ya da düz zaman diyebileceğimiz, ölçülebilir zaman, bu zamanın kabul gördüğü ortamlarda insanlar arasında ortak zamanı da oluşturur.
Yaşanan zaman, hazır zaman ya da düz zaman olarak, insanın içinde yaşadığı koşullarda, bu koşullara uygun olarak geliştirdiği zamandır. İnsan, zamanı dört ayrı ortamda yaşar:
1. Hâl'de
2. Durum'da
3. Ortalık'ta
4. Dünya'da
Hâl, içimizdeki zamanın yaşandığı ortamdır. Durumu, çevremizde yaşarız. Bedenimiz ve düşüncelerimizin uzantılarında, diğer insanlarla, varolan nesnelerle, eşyayla, doğayla oluştururuz durumları. Bu yazıyı yazarken hâli düşünce ve duygularımla yaşıyorum. Elim bu yazıyı yazarken, önümdeki kağıtla, masamla, dinlediğim müzikle, odamdaki eşyayla, çevremde insanlar varsa onlarla bir durum içindeyim. Durumumda geçen bir zaman var. Hâlimde geçen zamanla ortak yanları olabilir, durumun içinde ve devamlı ilişki içinde olduğum için; hâlim durumumdan kopuk da olabilir; elim bu yazıyı yazarken iç dünyam beni durumun dışında, ötesinde bir yerlere, değişik zamanlara götürmüş de olabilir. Hâlimle durumum örtüşebilir de örtüşmeyebilir de. Örtüştüğünde hâlimle durumum ortak bir zamanı paylaşır. Örtüşmediğinde iki ayrı zaman alanı içinde varolurum.
Ortalık, durumları kuşatan zaman alanıdır. Durum "ben" gözüyle yaşanır. Ortalık "beni" aşar, "biz"i, "onlar"ı içerir. Durumumu kuşatan ortalık içinde yaşadığım toplam, topluluk, kültür alanı olabilir. Ortalık, kamusal alandır. Paylaşılan, ortaklaşa yaşanan alandır.
Dünya, ortalığı kuşatır. Ortalıklar arasında bağı kurar. Odamda, yaşadığım durum, ev halkıyla, mahallemle karşılaşınca ortalık içine girer, ortalığa çıkar, ortalığa dökülür. Odamda dostumla konuştuklarım bir durum içinde "mahrem" zamanım iken, sokağa çıkınca, zaman, ortalık zamanına dönüşür. Dünya ile haberleşirken ya da radyoda haberleri dinlerken ortalık zamanı dünya zamanı ile örtüşür.
Dünya zamanı içinde bulunduğu gezegenler düzeni, güneş sistemi ile samanyolu gökadasına, giderek, evrenin zamanına  bağlanır. Elbette bütün bunlar, insanın yaşadığı zamandır! Henüz dünya zamanı ile sınırlı insan, dünyanın dışındaki zaman ortamlarında, evrenin zamanına ulaşabilecek. Belki, büyük olasılıkla, farklı evren zamanlarında, farklı hâller, durumlar, ortalıklar, dünyalar yaşayacak!
Hazır zamanda düz olarak yaşayıp giden biri olarak zamanın içine düşmüş biri olabilirim. Hâlime düşmüşümdür, örneğin. Neden bu hâlde, bu durumdayımdır, bilemem. Anlayamam, bir şeyler yapamam. Düşülen zamanda sürüklenirim yalnızca. Ortalığa, dünyaya düşmüşümdür. Zamana karşı tavır takınamamam beni düşkün biri yapar. Zaman içinde, ama zamankürede değilimdir. Zaman tutmuyorumdur. Düşmüşlüğümü anlayamıyor, uygun tavır geliştiremiyor, zamanı kullanacak eylemlerde bulunamıyorumdur. Geçmişimle, geleceğimle, şu anımla ilişkim kopuktur.
Düşen, sürüklendiğinde, yaşadığı hâl ile durumu, durum ile ortalığı, ortalık ile dünyayı ayırabilir. Sürüklenmek, farklı zaman alanlarına, anlam veremeyip, kullanacak,yönetecek eylemlerde bulunamamak demektir.(Bu yazımda,kullanma ile yönetmeyi,zamanla ilgili olarak birbirinin yerine kullanıyorum.) Düşen, yalnızca sürüklenmez, tutsak da olur zamana. Tutsaklık, zaman alanları ayırt edememe, hâli, durumu, ortalığı, dünyayı birbirine karıştırma demektir. Zaman alanlarını kullanamama, onların ayırdına varamama, örneğin onu hâlde ya da durumda yaşamaya zorlayabilir. Hâle mahkum olma, hâl tutsaklığı, onu dışındaki gerçekliği kavrayamamaya götürebilir. İçindeki zamandan başka zaman tanımama, onu otizme götürebilir. Zaman tutsaklığı, onu şimdiki zamana tıkabilir; gelecek ve geçmişi unutabilir. Ortalığa, dünyaya tıkabilir. Düşen tutsaksa, zaman alanlarından birine düşüp, orada kalabilir, diğer alanları yaşamakta zorlanır. Hâle düşüp, hâle tutsaksa, hâlde kalır, tüm zaman alanlarını hâldeymiş gibi yaşar. Ortalığa düşmüşse, ortalık tutsağı olarak, oraya çakılır kalır.
Düşenin zamandan doğrulabilmesi nasıl olanaklı? Zaman tutabilmesiyle, zamana karşı güç toplamasıyla. Zamana karşı toparlanabilmesiyle. Bu toparlanabilme, iki ayrı zaman tavrının  gerçekleştirilebilmesine bağlıdır: 1. Dinleme 2. Kullanma.
Sürüklenişten çıkış, zamana dinleyen olarak durabilmeyle sağlanabilir. Zamanı dinlemek, dinlemelerin en zorudur. Nasıl dinlenir zaman? Sesi var mıdır? Sessizliği? Dinlemek, zamana kendimizi bırakmakla başarılabilir. Gergin, kollayan, denetleyen bir tavırla zamanı dinleyemezsiniz. Zamana kulak kesilemezsiniz. Zaman, bir düşmanı bekler gibi, uyarılmış, "eller tetikte" beklenilmez. Godot'yu bekler gibi de beklenilmez. Müjde bekler gibi. Bir felâket haberi bekler gibi. Zaman, yankının beklenişi gibi de beklenilmez. Siz, kendi sesinizi dinlemek için kulağınızı veremezsiniz zamana. Zamana gönlünüzdeki müziği çaldıramazsınız. Zamanı yönlendirmeye kalktığınızda, dinleme tavrını yitirirsiniz. Dinleme ve kullanma bağdaşmaz iki tutumdur. Zaman yönetimi, kullanımı, dinleme tavrıyla gerçekleştirilemez.
Zamanı dinleyemeyip, yönetemiyor, planlayamıyor, düzenleyemiyorsanız, zaman karşısındaki konumunuz ne olabilir? Ya düz yaşıyorsunuzdur, düz zamanda, düz zaman alanındasınız ya da düz alandan düşmüş, düşük  alanda bulunuyorsunuz demektir. Düz zamanda sürüklenmez insan. Günlük yaşam tavrında, işini gücünü yürütür; yaşamını sürdürür. Düz zaman saat zamanıdır, orada insanlar zamanı saat ve takvimle bir de aynadan yaşlanan bedenlerine bakarak farkederler. Düşmüşler gibi sürüklenmezler, düşmüşlerin tutsakları gibi sıkışmazlar. Düz zaman içindeki insanın zamanla zoru yoktur. Arada bir yitiklerine üzülebilir, bulduklarına sevinebilirse de, zaman takıntısı yoktur. Düz yaşam, zaman tutmayı da gerektirmez. Zaman tutma bilinç işidir, çünkü. Düz yaşamdan çıkma olanağı var mıdır? Elbette. Düşülmüş zamandan nasıl çıkıyorsak, kökten bir tavır dönüşümüyle,  düz zamandan da çıkış yapabiliriz.
Düz yaşamda, hâller, durumlar, ortalıklar, dünyalar yaşanır, düz olarak. Öğretildiği, anlatıldığı, miras alındığı gibi. İşte, zaman önünde güç toplama, toparlanabilme, ancak,dinleme ve kullanma tutumlarıyla, zaman yaratabilmeyle sağlanabilir.
Düz yaşadığım hâl ile yaratılmış, oluşturulmuş, yapılandırılmış, kurulmuş, inşa edilmiş hâl arasındaki uçurum; sürüklenerek, farkında olmayarak yaşayanla, yaşamına sahip çıkıp, onu şiirleyebilen, onun ustası olabilen arasındaki uçurumdur.
Bu parantezden sonra, yeniden dinleyen olarak zamana durmak (Zamanı dinlemeye durmak, zamanı yaratmaya durmak!) ile ilgili betimlemelere geçebiliriz. Nasıl dinlenebilir zaman? "Dinlemek" günlük kullanımda bir sesin, bir sözün dinlenilmesidir. Elbette, burada "dinleme" bir metafordur. Heidegger'in "varlığın sesini dinleme" deyimini anımsayabiliriz burada. Dinleme, düz zamanın, düşülmüş zamanın dışına çıkabilmekle gerçekleşir.
Duyma ile başlar, dinleme. Zaman kulağı olanlar için gerçekleşir duyma. Duymayla, farketme gerçekleşir. Duyar ve farkedersiniz. Zamanı duyuşunuz sonucunda farkındalık oluşur: Zaman farkındalığı. Yorumlarsınız ardından. Yorumlarınız sizi eleştiriye, anlamaya ya da eyleme, üretime götürür. Duyma, farketme, yorumlama ardından gelen üçlü, eleştiri, anlama, eylem ya da üretim, dinleme duruşunun son zincirlerini oluşturur, anlamanın ardı dönüşümdür. Yazının başında sözünü ettiğim dörtlü bütünlüğümüz, bedenimiz, duygularımız, düşünce ve çevremiz dönüşüme uğrar. Dönüşüm, yeniden sizi yeni "duyma"lara, "farketme"lere, "yorumlama"lara götürür. Buradaki sıra, zaman içinde olan bir sıra olmak zorunda değildir. Dinleyen, zaman olarak önce yorumlayıp, sonra duyabilir, farketme ardından gelebilir. Buradaki süreç, gerçekten olup biteni anlatmaktan çok, düşünsel bir sırayla gerçekleşenleri dile getiriyor.
Zamanı dinleyebilen, zamana kendini bırakabilip, zamanla dönüşebilendir. Dinleyebilme süreci içinde duyup, farketmeyi, yorumu, anlamayı taşır. Anlamayla birlikte eleştirel bir bakış, bir eylem, bir üretim gerçekleştirilebilir.
Dinleme hâli, durumu, ortalığı, dünyayı yaşayışımızı, bu zaman alanlarındaki yaşayışımızı dönüştürebilir. Dinleme bizi, yaratılan zamana götürür. Dinleyenin yolu, önüne çıkan yeni zaman alanlarından geçer.
Dinleme, zamana bırakma ile başlar, demiştik. Zamana kendimizi bırakabilme, düz ya da düşülmüş zamanların gerginliği, telâşı, kaygıları, beklentilerinin ötesinde olmayı gerektirir. Birçok insan, düşmekten korktuğu için zamana kendini bırakamaz. "Ya düşersem?" "Önce kendimi güvenceye almalı sonra kendimi zamana bırakmalıyım." Bu tavır,  zamana güveni engelleyen bir duruştur. Zamana emanet  edebilmeliyiz kendimizi, yoksa zamandan ses ulaşmaz bize. Örneğin, salt kendi öznelliğimizle yaşayabileceğimiz hâli, düz bir tavırla duyup, düz zaman niteliğiyle ömrümüzün bir yaşam dilimi olarak algılayabiliriz. Örneğin bir can sıkıntısı duyuyor olabiliriz. Düz yaşamda can sıkıntısı, bir sıkıntı olarak ele geçirir hâli. Düşmüş zamanda ise bocalar dururuz, sıkıntı içinde, çırpınarak, sürükleniriz. Üstelik tutsak yaşıyorsak zamanı, sıkışıp kalırız hâle. Tıkılmış hissederiz kendimizi. Duvarlarla örüldüğümüzü duyarız. Hâlimizi dinlemeyi başarabilirsek, hâlde olanı duyarız öncelikle. Örneğin sıkıntımdan ses gelir. Yalnız sıkıntımı yaşamam artık, sıkıntımdan gelen sesi duyarım. Sıkıntımı yaşarken, sıkıntımla iletişime geçerim. Sıkıntım bana hâlimden haberler verir. Bu haberleri değerlendirebilirsem,  sıkıntımla geleni farkederim. Sıkıntım, salt sıkıntı değildir artık, bir haberdir, bir iletidir, bana beni anlatan, bana hâlimi anlatan bir sestir.
Sokrates'in Daimon'una benzer bir zaman sesi belirir sıkıntımda: Sıkıntı yalnızca bir duygu değildir, içinde düşüncelerim de yoğrulmuştur; farkındalığım beni yoruma götürür. Yorum, harekete geçirir, hâlimi eleştirir ya da dile getiririm düşünce ya da sanat yoluyla. Eylem ya da üretim, hâlimden gelen zaman sesini dinlemenin sonucu oluşur. Eylem, üretim ya da eleştiri yapmıyor olabilirim dinleyip, yorumlamalar sonucu. Anlarım, salt anlarım. "Anladım ki, ben bu hâldeymişim" derim. Kendimi zamana emanet edebildiğim için, zaman konuşmuş, duymuşumdur ben de. Elbette her dinleme tavrı bir başarıya götürmez beni. Dinleme amacıyla zamana kendimi bırakışım, düş kırıklığıyla, başarısızlıkla bitebilir. Zamanın sesi, belli algoritmalarla, akış çizelgeleriyle, otomatik olarak dinlenemez. Siz kendinizi zamana emanet edersiniz, hâlden ses gelir ya da gelmez. Gelse de bunun anlamayla, dönüşümle bitip bitmeyeceğini bilemezsiniz.
Benzer örnekler, durum, ortalık, dünya zaman alanları için de verilebilir. Bir masada, arkadaşınızla konuştuğunuz bir durumu düşünün. Bu durum düz ya da sürüklenmiş zamanlarda yaşanabilir. Dinleme tutumu içinde olduğunuzda, durumu algılayışınız, yaşayışınız değişmeye başlar. Fiziksel olarak değişen bir şey yoktur belki ortada, ama masanın, konuşmanın, arkadaşınızın anlamı giderek dönüşmeye başlar. Durum, yaratılan bir durum olmuştur artık. O durumu duyuyor, düz zamanda farketmediğinizi farkediyorsunuzdur. (Arkadaşınızın aynı ya da benzer durumu yaşayıp yaşamadığı, sizin yaşayışınızdan bir anlamda bağımsızdır. O da zamanı dinleyebilenlerdense onun dinliyor oluşu, durumdaki sesi değiştirebilir!) İşte böyle bir durum, yaratılmış durumdur. Ancak yaşayanların farkedebileceği, ikisinin de zaman kulakları açıksa, birbirlerine farkettirebilecekleri, yaşayanlara özgü, bir daha eşi olmayacak, biricik durumdur. Farketme, anlamayla, anlama dönüşmeyle sonuçlanabilir. Durumdaki zamanın sesi, dinleyen kulakların gücü oranında duyulmuş, yaşanmış, yorumlanmış, anlamlandırılmış, anlaşılmıştır. Bu durum bir şiirin, filmin, müzik yapıtının konusu olabilir, ortalığı, dünyayı, yeniden görmeye yol açıp, yaşayanların kendilerine, durumlarına, durumu aşıp, ortalığa, dünyaya yönelttikleri eleştirilerle sonuçlanabilir. Hâli yaşayışımızı üleşemediğimiz hâlde, durum zamanını üleşebiliriz. Yaratılan zamanların durumlarını yaşayanların birlikte dönüşme olanakları vardır.
Dinleyen, zamanı düşünceleriyle, duygularıyla dinleyecektir. Zaman, dinleyenin bedeninde, çevresinde dinlenecektir. Kendini zamana bırakmaya hazır olabilen bu dinleme sürecini yaşayabilir. Dörtlü varlığında zamanın izlerini arayacaktır. Zamanın bıraktığı izleri duyacak, (görecek, dinleyecek!) farkedip yorumlayacaktır. Yorumu, onu dinleme edimine götürecek, eleştirecek, eyleyecek ya da üretecektir. Dinleme süreci, içinde eylem, üretim, eleştiri taşıyan bir süreç. Süreç, duyma, farketme, yorumlamayı zorunlu olarak taşıyor. Dinleme edimi, sürecin olmazsa olmaz bir ögesi değil. Dinleme edimi, eylem ya da üretim ve eleştiriden oluşuyor. Sürecin sonlarında yer alan anlama da zorunlu bir ögesi dinlemenin. Demek ki, duyma, farketme, yorumlama ardından anlama da dinlemenin olmazsa olmaz koşulu. Anlamanın ardından gelen dönüşüm ögesi zorunlu değil. Öyleyse, dinlemenin altı ögesinden dördü, duyma, farketme, yorumlama, anlama zorunlu; ikisi, dinleme edimi ve dönüşüm zorunlu değil. Dinleme anlamayla bitebilir. Dilemenin bir edime, eylem, üretim ya da eleştiriye yol açması, anlamanın dönüşmeye götürmesi onlarsız edilemeyecek ögeler değil.
Ortalığı nasıl dinlersiniz? Ortalıktaki zamandan izleri nasıl bulur, duyar, farkedersiniz? Unutmayalım, dinleme kendimizle, kendimiz aracılığıyla dinlemedir. Ortalıktaki zaman, ortalıktaki kendimde duyulur. Ortalıktaki kendimi dinleyemiyorsam, ortalıktaki zamanı yaratamam. Ortalıktaki kendim, kendimdeki ortalıkla dinlenebilir. Örneğin, ortalık, içinde yaşadığım sokaksa, sokağı dinleyebildiğimce, zamanı dinleyebilirim. Sokaktaki kendimi, kendimdeki sokakta dinlerim: İçimdeki düşüncelerde, duygularda. Kendimdeki sokak, dörtlü varlığımda, çevremdir. Kendimdeki sokağı, içimdeki sokağı dinleyebildiğimde, sokaktaki zamanın izlerini yakalamaya, sokaktaki zamanı duymaya, duyduğumun anlamını farketmeye, farkettiklerimi yorumlamaya başlayabileceğim. Sokak, düz zaman yaşamının, yaşantısının sokağı değildir, artık. Sokak, içindeki yapıları, insanlarıyla, yorumunun gözlüğüyle yepyeni bir sokak olarak ortaya çıkacak; kendindeki zamanı bu farklılığıyla, daha önce olmadığı biçimde, ortaya koyacaktır. Sokağı, bir kez daha, dinleme başarımın ardından anlamış olacağım. Bu anlamanın edime ya da dönüşüme gidip gitmeyeceği dinleme sürecinin ya da deyim yerindeyse, dinleme dinamiğinin nasıl yaşandığına bağlıdır.
Ortalık, bir toplum, bir ulus da olabilir. Herhalde, toplumları, ulusları dönüştürmeye çabalayan insanlar, kendilerinde değiştirecekleri toplum ya da ulus zamanını duymuşlardır. Anlamını farkedip, eyleme geçebildikleri için söz konusu toplumu dönüştürebilmişlerdir.
Dünyayı dinlemeyle karşılaştırıldığında, ortalığı dinleyebilmek, daha kolaydır. Hâlini, hâldeki zamanı dinleyebilen, durum zamanını dinleyemeyebilir. Zaman alanlarının her birinin dinlenilmesi, farklı hazırlıklar, farklı yatkınlıklar gerektirir. Hâli dinleyebilen, iç zamanını duyup, onunla yaşayabilen, dönüşebilen biri, ortalıktan hiçbir "ses" duymayabilir. Ortalığı duyanın, ortalıkla kurduğu ilişki, ortalıktaki kendini, kendindeki ortalıkta arayabilecek dinleyebilme ilişkisidir. Ortalıkla kurulabilecek zamansal ilişkinin ayırıcı özelliği buradadır: Ortalıktaki kendimizi, görebilmek, duyabilmeyi gerektirir. Durum daha sıcak, daha yakın, daha biz, ben ve "sen"le ilgilidir. Ortalık durum dışı zamansal bir alandır. Orada kendimizi görerek, duyarak zamansal ilişkiyi kurabiliriz. Dinlenilen ortalık, örneğin sokak ya da ülke, içinde kendimi şu ya da bu biçimde görebildiğim ortalıktır. Dünyayı dinlemek, dünyayla ilişkimizi benzer bir açıdan kurabilmeyi gerektirir. Dünyadaki kendimi görerek, duyarak, kendimdeki dünya ile "ilişkilendirerek", bu ilişkiden gelebilecek sesi duyabilmek. Giderek evrene açıldığımızda, bu sesi işitmek, düz ya da düşmüş-tutsak zaman ilişkilerini yaşayanlar açısından daha da zorlaşır.
Ötekiyle yaşanan zaman alanlarında, öteki zamanın hep gelecek olmasından dolayı dinleme sürecinin, anlama ve edimle (eylem, üretim, eleştiri) süren devingenliğinin işleyişinde zorluklar olabilir. Örneğin, öteki insanla üleştiğim bir durumu dinleyen olduğumu düşünelim. Durumu duyup, farkedişimden, yoruma geçişimde, ötekinin zedelenmemesi için yorumumun, edimimin, anlamamın ötekine bir ihtirâm içinde gerçekleşmesi gerekir. Bu, öteki saygısı, durumdaki ötekinin, benimle ilişkisi açısından "durumda" olduğunu, bendeki ötekiyle sınırlandırılamayacağını söyler bana. Öteki, ne duruma, ne bana "sığmaz". Oradadır, onu duyarım, kaçınılmaz olarak yorumlarım, yorumum eksiktir, eksik kalmaya mahkûmdur. Anlamam da öyle. Duyduğum ses, uçsuz bucaksız bir "gelecek zamanın" bendeki işaretleridir. Zamanın bende, bedenimde, duygularımda, düşüncelerimde, çevremde bıraktığı izlerdir. Dünyayı dinlemenin güçlüğü, hem dünyadaki kendimi, öteki insanlar, dünyadaki varlıklar karşısında, arasında, konumlandırmamın çetinliğinden hem de kendimdeki dünyayı, düz, düşmüş-tutsak zaman tutumlarının etkisinden kurtularak çarpıtmamaya, bozmamaya, ona içten, açık yaklaşabilmekteki sıkıntılardan gelir.
Öteki, bir "durum" değildir. Hâl de. Kısaca, zaman alanı değildir. Öteki, durumdadır, ortalıkta ve dünyadadır. Benimle ilişkisi açısından. Ötekini bu nedenle dinleyemem. Ötekindeki benle, bendeki ötekini ilişkiye sokamam. Ne ötekideki beni, ne de bendeki ötekini duyabilirim. Dinleyebilirim. Düz ya da düşmüş-tutsak zaman tavırlarında öteki, bir biçimde çerçevelenir. Öteki, zamanı dinleyişimde önemli bir "gürültü","parazit" olabilir. Bir "uyarı"dır, belki: Dinlediklerim, dinlediğimi sandıklarından farklı olabilir! Öteki, zamanı dinlememde müthiş bir olanaktır: "Kendindeki zaman (zaman alanı) ile zamandaki kendin farklıdır, farkı gör; dinlemeni bu farka, uyumlu olarak, farkı farkettikçe dönüştür" uyarısında bulunan. Anlayıp, eyleyerek ya da üreterek, dönüşebildikçe zamanla aramdaki kapatılamaz uçurumu (farkı) daha derinlemesine yaşarım.
Durumu dinlerim, ortalığı, dünyayı; dinleyebildiğim zaman alanları, düz dünyada olmayan, yaratılmış zamanlar sunar bana.
ZAMAN YÖNETİMİ
Düz ya da düşük zaman alanından çıkışın iki yolu vardı: 1. Dinleme 2. Kullanma ya da yönetim. Dinleme ve yönetim tutumları, birbirlerini tamamlayan ama bir arada gerçekleştirilmeleri olanaksız iki ayrı süreç içinde gerçekleşirler. Zamanı yönetmek demek, zaman içinde yaşayan insanın yaşamını düzenlemek demektir. Önceden getirdiği belirlenmişlikleri tümüyle denetim altına alarak zamanı yönetme olanağı yoktur. Yaşamın bize sunduğu belirlenmişlikler içinde, onlarla sınırlı olarak zamanı düzenlemeye çalışabiliriz. Zamanı gerisin geri işletemeyiz. Nedensellik ilişkileri, doğanın kendi iç işleyişi, kültürün ve toplumun belirlemeleri zaman düzenlemelerimizi etkiler. Zamanı belli kısıtlamalar, sınırlar içinde düzenleyebiliriz. Ölümlü, yetenekleri sınırlı, belli ortamlarda yaşayan insan için, yaşamının düzenlenmesi çoğu zaman gönlünce olmayabilir.
Zamanı düzenleme çağımızda bir mühendislik dalıdır. Zaman mühendisliği kısıtlı olan zamanı en verimli, en yararlı, en "başarılı" biçimde kullanmanın yollarını araştırır. Teknoloji, zamanı da, deyim yerindeyse, denetim altına almayı amaçlıyor. Üretim, dağıtım, pazar, satış; bütün bu süreç zamanla ilgilidir. Teknoloji bu açıdan, zamanı da bir anlamda "üretmek" durumundadır.
"Yarışma", zamanı kullanmanın başarısını yakalama çabası. Yarışıyor insanlar. Üretim, pazarlama süreci yarışma ile işliyor. Zamanın önünde olmak, zamanı çıkarlar doğrultusunda "akıllı" kullanabilmek, kazancı artırmaya yol açıyor. Yarışmada önde olan zamanı "yakalıyor", kazanıyor, gelişiyor, büyüyor.
Zaman, geleceğe ilişkin olarak planlanıyor. Gelecek, tüm belirsizliği içinde ele geçirilmeye çalışılıyor. Plan, geleceğin düzenlenmesi, şimdinin geçmişten gelerek gelecek için hazırlanması demek. Zaman yönetimi yalnızca plan yapmakla yetinmiyor, planın gerçekleşmesi de, yönetimin bir parçası.
Yaşam, olanaklar sunuyor bize. Seçimler yapmamızı istiyor. Bir diğer deyişle seçenekler sunuyor, fırsatlar çıkarıyor önümüze. Zaman yönetimi, salt planla, planın gerçekleşmesiyle değil; yaşarken karşılaştığımız olanakların değerlendirilmesini de içeriyor. İnsan, karşısına çıkan fırsatları değerlendirebildiğinde, fırsatların sağladığı olanakları gerçekleştirme şansına ulaşabilir. Fırsat kaçırmak, olanakları ıskalamak pişmanlıklara yol açabilir. Zamanın sunduklarını takdir edip, hakkını verebilmek: Fırsatları yakalayıp, değerlendirerek, olanakları gerçekleştirebilmek. İşte zaman mühendisliğinin, plan yapımı yanında önemli bir başarısı.
Fırsat değerlendirme ve bu değerlendirmeye uygun olanakları gerçekleştirme, seçenekler arasında seçim yapma, karar verme süreciyle yakından ilişkili. Karar verme ve kararı gerçekleştirme gücü gösterebilmeyle. Öyleyse, zaman yönetiminin üç temel ögesi 1. Planlama 2. Değerlendirme 3. Karar verebilme ve kararı uygulayıp, gerçekleştirebilme, yaşam düzenlemesinin de ögeleri oluyor. Zaman düzenlemesi, yaşam düzenlemesi demek, bir anlamıyla. Geleceği planlayacağız, şimdide karşımıza çıkanları değerlendirip, karar verebileceğiz. İşte bütün bu tasarımlarımızın gerçekleşmesi, bizden denetim, örgütleme, yürütme, işletme gücü istiyor. Tasarı ve beklentilerimizin uygulama alanına sokulabilmesi, düşünce ile eylem arasındaki bağın kurulabilmesini sağlayacak olan kontrol etme, denetleme çabasını gerektiriyor. Plan, değerlendirme ve kararlarımız, kendimizi, araçlarımızı, amaçlarımızı, yeteneklerimizi gözden geçirip denetlemekle, amaca ulaşmak için gereğinde örgütlenmeyi sağlayarak bu örgütün çalışmasını, işlerinin yürütülmesini, hedefe varmak için örgütün gücünün işletilmesini başarmakla, zaman yönetiminin ögelerini oluşturuyorlar.
Peki, nasıl bir zaman yaşantısı ya da zamansal yaşam için böyle bir zaman yönetimi uygulamaya sokulacak? Zaman yönetimi nasıl bir yaşam biçimine yöneliyor? Zamanı yönetebilen nasıl bir yaşamı başarır?
Zamanı yönetebilen zaman kazanır, zamanı kazanır! Zamanda sürüklenene göre kısa sürede"çok" yaşar, yoğun yaşar! Yoğun yaşam, her anına düşen duygu, düşünce, olayların düz yaşama göre fazla olduğu bir yaşamdır. Yoğun yaşam sıkış tepiş yaşam değildir. Savrulan bir yaşam da. Yoğun yaşam bir ölçüde elimizde olan, elimizde olmayan durumlar karşısında, çözüm aradığımız dolu dolu bir yaşamdır. Belki dinleme tutumundan edindiklerimizle birleştiğinde, denetleyebildiklerimizin ötesinde, anlam yoğun bir zamana kendimizi bırakmışlığımızın kattıklarıyla, bu dolu doluluğu yoğun bir güzellik olarak yaşayabiliriz. Yoğunluk, zamanı dinlemenin katkısı olmadığında, renksiz bir koşuşturmaca ya da ardında sık sık düş kırıklıkları bırakan bir haz avcılığına dönüşebilir. Zamanı haz açısından avlamak isteyen zaman avcıları, zaman yönetiminin kurnazlarıdır. Yoğun yaşam yine, zamanı dinleyemeyenler için, hesabî bir yaşama dönüşebilir. Zaman denetimini, anlam boyutu zayıf çıkar hesaplarıyla gerçekleştirmeye kalkışanlar için, denetim baskısıyla, takıntılarla dolu, giderek saplantılı bir yaşam söz konusu olabilir. Hesabîlik, denetimin olumsuz bir görünüşüdür, zamanı ne denli, nasıl denetleyebileceğimizi bilememekten kaynaklanır. Gerek sıkışık gerek avlamaya yönelik gerekse hesabî tutumun, yoğun yaşamın sağlıklı olmayan görüntüleri olduğunu unutmamak gerek.
Kazanılan zaman yoğun yaşama yol açar. Yoğun yaşam, açık yaşamla bütünleştirilmelidir. Açık yaşam, zamanı genişletebildiğimiz, esnetebildiğimiz, zenginleştirebildiğimiz yaşamdır. Açık yaşamda, zaman bulabiliriz! "Zamanım yok, çok meşgulüm" bir özür olmaz artık. "Meşgulüm ama seninle bu müziği dinleyebilirim" diyebilirim açık yaşamda. Yoğun açık yaşamlar bu açıdan, altında ezilip kalmadığımız, bizi sürüklemeyen, farklı etkinliklere her an zaman ayırabileceğim bir yaşamdır. Yoğundur: Doludur. Can sıkıntısı, ne yapacağını bilememe söz konusu değildir. Açıktır: Planlı bile olsa, sürprizlere yer vardır. Değişikliklere. Yoğunluk içinde, "açık" alanlar, özgürlük bölgeleri vardır. Yakındaki bir dağa sabah erkenden dört-beş saat tırmanma yürüyüşü yapıp, işime dönebilirim, yoğunluk, özgürlüğümü ezmez. Onca yoğunluk içinde, hareket alanım,"nefes alabileceğim" açık zaman yöreleri vardır.
Yoğun, açık yaşamın devingenliğini sağlayansa arayan bir yaşam içinde oluşumdur. Yaşamım arayandır, araştıran, değerlendiren. Açılabilirim, açık yaşamım izin verir buna; ama açılmayı arayan, araştıran yanım sağlar. Yoğun yaşam kendi başına kaldığında, kendi kendini tüketebilir. Açık yanım, bu kapalılığı aşmamı sağlar. Açık yaşamın sağladığı olanakları dolduransa, arayan, araştıran, uman, bekleyen yanımdır. Yoğun bir etkinliği, yaşam ufkumu açarak genişletebilir, zenginleştirebilirim; arayan yanım bu açık ufku doldurur, daha da genişletir.
Yoğun, açık, arayan yaşam nasıl bir yaşamdır? Zaman denetiminin hedefi olarak yoğunluk, açıklık, arayış, nitelikli bir yaşam içindir. İşte zaman denetiminin, yönetiminin, kullanımının hedefi yoğunluk, açıklık, arayış içinde nitelikli bir yaşamdır. Çalışkanlığım, hamaratlığımla yoğunluğu , değişime, yeniliğe, zenginliğe, farklılığa kendimi kapatmayışımla açıklığı, yeni bilgilerin, deneyimlerin, değerlerin ardında olduğum, yaşamımın sürekli bakımını yapmaya çalıştığım için arayışı, yaşamıma, bedenim, duygularım, düşüncelerim, ilişkilerimle yaşamanın inceliklerini katabildiğim için niteliği yaşarım.
Zamanı dinleyebilmek, anlam katkısıyla zamanı "yaratmak" demekti. Zamanı yönetebilmek, denetleyebilmek, kullanabilmek zaman "kazanmak"tır. Kazanılmış zamanla yoğun, açık, arayan, nitelikli bir yaşama doğru yönelmektir. Böyle bir yaşam sürekli hazır olmayla can bulur: Hazırlanmayla. Hazır olmak için sürekli öğrenmek, öğrenmeye açık olmak gerekir. Öğrendiklerimizle devşirdiğimiz donanımımız, düzenleyip, yönetmeye çabaladığımız zamanın, gönlümüzce yaşamayı umduğumuz yaşamların oluşumuna destek verir.
ÇIKARKEN ÇAKILAN
Düz, düşük zamandan, kullanan, dinleyen olarak çıkış çabamızda başarısızlıklarımız olabilir. Çıkılan, çıkılacak zamana ulaşmaya çabalarken çakılan zamanın içine düşebiliriz. Kullananın çakıldığı kimi örneklerden söz etmiştik: Sıkışma, avcılık, hesabîlik. Örnekleri çoğaltabiliriz. Çıkmaya çalışırken çakılan, çakılanı kullanmanın ya da yönetimin başarısız kişisi olarak tırtıklayan örneğinde de görebiliriz. Zaman fareliği yapan, zamandan "tırtıklamaya" çalışandır. Kendi açık düzenleme gücü olmayan, yoğunluktan, açıklıktan, nitelikten yoksun bir zaman yaşantısını taşır tırtıklayan, zaman faresi. Fırsatçıdır, fırsatları kapalı, "gizli" değerlendirir. Yine, bu fırsatçı zaman yönetiminin bir başarısızı daha kendini zaman çalıcısında gösterir. Zamandan ne kadar çalarsak o kadar kazançlı çıkarız, ona göre. Oysa, zaman düzenlemesinin hedeflediği yaşam bütünlüğü göz önüne alınmadığı için, "felekten bir gün çalalım" deyişinde olduğu gibi, girişilen zaman eylemi başarısız olacaktır. Zaman "tırtıklanarak", "çalınarak" yaşanmaya kalkıldığında, zaman yönetiminin hedeflediği yaşam biçimlerine ulaşılamaz. Çalmak, tırtıklamak, bir hırsız ya da fare gibi zamana sokulmak, bizi nitelikli, yoğun, açık, arayan yaşamlardan uzaklaştırır. Çalmak, tırtıklamak, günü gün etmeyi hedefleyen, şimdiki zamana takılmış haz avcılarının denedikleri yollardandır.
Geleceğe bağlanıp, gelecekte yaşamın sorunlarının giderek azalacağını sanan kişilere umucu diyorum. Umucular, ummanın ardında zaman yönetimini geleceğin belirsizliğine bırakmışlardır. Umuculuk, geçmişten, şimdinin sorunlarından geleceğin bilinmezliğine kaçıştır. Geleceğe sığınmadır. Zaman yönetimi, geçmiş, şimdi, gelecek arasındaki bağları kurup, olup bitenle yüzleşmeyi gerektirir. Umuculuk, yüzü geleceğe dönük bir tavırdır. Gelecek, geçmiş ve şimdiden  ayrılamaz oysa. Zamanın bütünlüğüne bakılmadıkça, geleceğe yönelik gözlerimiz hayaller görebilir ancak.
Yalapşap arayanlar, arayan bir yaşama ulaşamazlar. Arayan yaşam, zaman yönetiminin hedefi olarak, yoğun, açık, nitelikli yaşamlarla bir arada anlamlıdır. Sürekli olarak "bulduğunu","bulmak istediğini" ileri süren arayıcılar, "hazine arayıcıları" gibi zaman arayıcıları vardır. Zamana açık olmayı başaramadan, zorla bulmaya çalışan bu kişilerin sorunu, büyük ölçüde, zamanı dinleyememekten kaynaklanmaktadır.
Zamanın dinlenebilmesi, insanın zaman tutuyor olmasıyla olanaklıdır. Hiç değilse zaman tutmanın eşiğinde insanların başarısıdır, zamanın dinlenebilmesi. Zamanı dinleyip, zenginleştiğini sanan çakılanlar vardır. Bunlar, inanılmaz zenginlikte, derin anlamlarla dola"ânlar" yaşadıklarını sanırlar! Yaşadıklarının"olağanüstü" olduğunu, kendilerine"yüksek" makamlardan mesajlar geldiğini düşünürler. Zaman hüsnü kuruntusuna sahip bu kişilere bulmuşlar, bulucular diyorum. Yönetimin arayıcıları, dinlemenin bulucularıdır. Bol bol bulurlar, diğer insanların neden bulamadıklarını da anlayamazlar. Bulucu, sürekli bulandır. Bulmuş ise, "aradığını" bulduğu için artık yeni "bulmalara" kalkışmayandır. Bulmuş, ne bulmuştur? Ne bulduysa, onun için olağanın dışında, mucize bir şeyi bulmuştur. Bulucu ise bitmez tükenmez bulmaların ardında koşar durur. Elbette bu tavır ne yönetme ne de dinleme tavrına uygundur. Çünkü bütünlükten, duygusal, düşünsel, tavırsal dönüşümden yoksun, zorlanmış bir bulma isteği ile"bulma" olanaklı değildir.
Dinlemeyi gerçekleştiremeyip, çakılan insanların zaman ufukları kapalıdır. Zaman yaşantıları yoksul, kendileri gergindir.
OLANAK, ANLAM, EYLEM
Zaman yaşantısı, zamanküre içinde, zaman tutup yaşanabiliyorsa, insana neler sunar? Zaman yaşantısının gizilgücü nedir? Zamanın gücü, gönlümüzün gücüdür. Bizi özgürleştiren, yaşamımızı özenli kılan güç. Zamanın gücüyle beslendiğimizde özerk bir insan oluruz, özlemli, özlem dolu bir insan. Özgünlüğümüz çıkar ortaya, yaratıcılığımız, bize özgü olan özgül yanımız. Özümüzü kattığımız, özümüzden olan özden yanımız, özümüzden vermeye hazır özverili yanımız. Gönlümüzün gücü özge bir insan oluşumuzdan gelir, farklılığımdan, değişikliğimin, ötede, öteki oluşundan. Kendine özge, kendine öteki, kendine"dışarıda bir insan" olamayan, gönül gücünü zayıflatır. Özgeliğim, kendime dışta kalışım, kendime yabancılaşma anlamına gelmez, gönül sahibi özümseyicidir. Kendinin hem içinde, hem dışındadır. Özümser kendini, kendini özge biri olarak karşısına alır.
Zamanı dinleyebilen ve yönetebilen insan, ölümlülüğünü bilerek, zamana kendini bırakır, dinler; planlar, değerlendirir, karar verir, yönetir. Gidici, geçici oluşunu zaman yaşantısının "ardında", sanki bir fon olarak yaşar. Zaman tutmak, ölümlü olduğunu anlamakla birlikte gerçekleşir. Ölümlülük, sınırlı, kısıtlı olduğunu söyler insana. Zaman tutan, bu kısıtlılıktaki olanağı duyar. Zaman tutan, ne denli sınırlı olursa olsun zaman diliminin genişliğini görebilendir. Bu genişlik, dinleyende, duyma, farketme, yorumlama, anlama süreçlerinin oluşumunda, açılımlar sağlar. Genişlik, başarılan, çıkılan (belki de çakılan) yaşantılarla görülebilir. Darlık, zaman ufkunu dinleyememek, duyamamak demektir. Genişlik, zaman yönetiminde açık yaşama götürür. Zaman dilimlerindeki genişliği görmek, duymak, yaşamak, olanak görmektir bu sınırlılık içinde. Zamanı geniş yaşayan "daha var", "bitmedi", "şimdilik böyle, ama daha var", "sonrası var", "yaşadıklarım bu kadar değil" diyendir. "Daha yaşanacak dünya var". Geniş yaşayabilen, zamanın sınırlı verilişini açmak, aşmak ister. Açar, genişletir de. Olanaklarını sezer, olanakları, sezdiği, başarabildiğince gerçekleştirir. Zamanın olanağı, bizim sandığımızdan hep fazladır. Geniş yaşayan, bu olanağı keşfedip, gerçekleştirebilendir.
Zaman tutanın, geniş yaşantısı, derin yaşantıyla bütünlenmelidir. Nedir "derin zaman" yaşantısı? Derinliği sağlayan nedir? Derinlik, o yaşantıdaki "anlam"ın yoğunluğuna, şiddetine bağlıdır. Yaşantının, yorumlanıp, anlamlandırılmasında dayanılan düşünce ve değerler yapısının derinliği ile ilgilidir. Zaman yaşantısına yönelişimizde ardımızda duran, dayandığımız, yaslandığımız anlamlar ve değerler bütünlüğünün nasıl dokunduğu, bu bütünlüğün ögeleri arasındaki ilişkiler ağının düzeni, derinliği etkiler.
Zaman tutabildiğimizde, önümüze açılan olanak ve anlamlar alanı, zamanı geniş ve derin yaşama başarımız, bizi dönüşüme, dönüşümler oluşturmaya götürür. İşte zamanın, gönül gücümüze sunduğu olanak ve anlamlar alanı, kendini eylemle dönüşmeye, dönüştürmeye, bütünlemeye hazırlar.
Olanak, anlam ve eylem: Zamanın önünde durabilen, önünde olabilen, zamanı dinleyebilenin ulaştığı yaşamın üç temel ögesi. Olanaklarını keşfedememiş yaşam dar, anlamdan yoksun olanı sığ, eylemden etkinlikten nasibini alamamış  olanı boştur. Dar, sığ, boş yaşamların geniş, derin, etkin yaşantılarla, zamankürede işlenerek, dinleme, yönetme başarısıyla bakım görme olanağı vardır.
Bireylerin zaman tutmasının yanında, toplumların, kültürlerin de zamanla ilişkili olarak başarılarından söz edilebilir. Bireyler, toplum içinde, belli kültürel dokuyla oluşurlar. Dar, sığ, boş yaşamlara gömülmüş insanların oluşturduğu toplumun zamankürenin dışında olması doğaldır. Böyle bir toplum, geleceğin insanlarının zaman yaşantılarını olumsuz etkileyecek, zaman tutmalarında engeller oluşturacaktır. Derin, geniş, etkin zaman yaşantıları, giderek bu yaşantıların yaşam biçimine dönüşümünü sağlayacak dinleyen ve kullananların oluşmasıyla, örnek yaşantılar olarak bir kültürün geleneğinde"yüksek" değerler olarak yer tutabilir.
YARATILAN, KAZANILAN
Zaman, kavram olarak, yüzlerce yıldan beri insanı düşündürüyor. Zaman, her neyse, onunla yaşıyoruz. Peki zamanla ilişkisi açısından insan nasıl yaşamalıdır? İşte bu soru bizi zaman ahlâkına götürüyor. Bu çalışmada, zaman ahlâkı üzerine bazı düşünceler geliştirildi. Ana savım, zamanküre içinde yaşandığında oluşan zaman ahlâkı içinde, zamana karşı geliştireceğimiz iki temel tutumla, dinleme ve kullanmayla (yönetmeyle) zamanın verilmiş sınırları içinde yaratmalar ve kazanmalar sağlayabileceğimizdir. Zaman ahlâkı, bir krono-poêsisle yürütülür. Krono-poêsis, bir yorumla, zaman yapımı olarak çevrilebilir Türkçe'ye. Zaman yapımı, zaman yaratma ve zaman kazanmadan oluşur. Bu kavramları yeni geliştirdiğim için, henüz sınanan kavramlar bunlar, yeterince netleştirme olanağım yok. Zaman üzerine yaptığım bu çalışmada hep, sınanan kavramlarla düşüncelerimi dile getirdim. Sınanan kavramlar zaman içinde yerine oturacak ya da yitip gidecek kavramlardır. Kavram taslaklarıdır. Üzerlerinde çalışılıp, geliştirilebilirlerse kavram yapımı giderek, yerine oturmuş kavramların üretimiyle son bulur. Yerine oturma, elbette kabul görme anlamında değildir. Düşünen kişinin düşünce dizgesinde yerini bulma anlamındadır.
Zaman yaratma ne demektir? Elbette hiçten var etme değildir. Hiçbir insanın böyle bir gücü yoktur. Burada"yaratma"sözü, bir metafordur.  Yorumlama, anlam verme, görüş kazanma, yeniden anlama... da diyebilirdim.
Yaratılan nedir?
Hâl, durum, ortalık, dünya... Verilen, içine düştüğümüz, kendimizi içinde bulduğumuz hâl, durum, ortalık ve dünyanın yeniden ele alınması, yeni bakış açılarından farklı anlam giysileri içinde görülmesi, yaşanmasıdır.
Nasıl yaratılacaktır?
En azından üç yolla. Zamanı dinleyerek. Bu konu üzerinde duruldu. Üreterek. Dinlemeden söz ederken, eylem ile üretimi bir arada ele aldım. Üretim, sanatta, bilimde, felsefede, kültürün her alanında zaman tutma bilinciyle gerçekleştirildiğinde, yaşanan hâllerin, durumların, farklı yorum ve yaklaşımlarla önümüze başka türlü olarak, yeniden çıktığını söyleyebiliriz. Edebiyatla, sanatın değişik alanlarında ortaya çıkan ürünlerle, bilimde, düşüncede farklı görüş ve savlarla hâller ve durumların yanında, durumları kuşatan ortalığın, ortalıkları saran dünyanın da daha önce farkına varamadığımız, dikkatimizi çekmeyen özelliklerinin, yeni baştan kendilerini gösterdiklerini farkederiz. Üretimle dünyanın anlamı dönüşür, değişir.
Üreten insanla, üretimi üleşen, üretimin anlam yükünü kavrayabilen insanların zaman alanlarıyla, hâlleri, durumları, ortalıkları, dünyalarıyla, ilişkileri başkalaşır.
Üçüncü yol, katılmadır. Katılma eyleminden daha önce söz etmedik. Katılma, eskilerin "ânı yaşama" dedikleri yaşantıdır. Elbette "mistik" bir boyutu vardır. Düz zamanın, bir benzetmeyle, geçmişten geleceğe doğru akan yatay bir düzlem üzerinde "olduğunu" düşünürsek, katılma dikey bir deneyimdir.
Zamanın dikey olarak yaşanabilmesinin olanağı nedir? Çok kapalı, mistik, kimseye aktarılamayacak bir deneyim midir? Anlatım dışı mıdır? Dile getirilemez, bilinemez mi? Sadece yaşanır, ancak benzetmelerle yüklü bir dille mi aktarılabilir? Dille zaman arasında nasıl bir ilişki vardır?
Yaşadığımız "şimdi", yarılabilen "şimdi"dir. (Buna nunc schistos diyebiliriz, Latin ve Eski Yunan dillerinden bir seçme ile!) Düz zaman ya da düşmüş zaman yaşantısında "şimdi" geçmişe geçer ,"gelecek"le örtülür, yok olur! Bir açıdan sürekli "şimdi" olur, "şimdi"ler kendilerini örten, açmayan şimdilerdir. Akan şimdilerdir. Oysa "yarık" ya da yarılabilen şimdi, nunc schistos, aynı zamanda nunc stansdır, "duran" şimdidir. Şimdi durabilirse, yarılır. Şimdinin durabilmesi, dikey zaman yaşantının olanağıdır."Şimdi" nasıl durur? Biz zaten"şimdi"de değil miyiz hep? Şimdi zaten bir anlamda "durmuyor" mu? "Şimdi" yaşananın bi r"adı". Şimdi,içerik olarak, yaşantı olarak değişiyor: Bir önceki şimdi, geçmiş oluyor; gelecek şimdiye dönüşüyor. Olağan şimdi, bir açıdan ,"bilinç durumu" olarak sürekli değişiyor. Peki duran  ve yarılan şimdi nedir? Yarılan şimdide, "dikey" işleyen zaman görüyoruz. An, dikey şimdilerden oluşuyor. Bu yarılan şimdi, abussos şimdidir: Dipsiz şimdi. Dipsizlik, onda sonsuz dikey şimdilerin olduğu anlamına gelir.
Şimdinin durup, yarılması, yazının başında sözünü ettiğim dörtlü bütünlükle (beden, duygu, akıl, çevre bütünlüğü!) yaşanan bir hâldir. Bir iç zaman yaşantısıdır, bir diğer insanla paylaşılamaz. Dile getirilemez, çünkü dil, yatay olarak işler. Yatay zamanda yaşanır.
Zamana katılarak ânı"dikine" yaşarız: Düz zaman tavrı içinde hiç yaşayamayacağımız olağanüstü"hâl"i katarız yaşantımıza. "Hâl" yaratırız.
Zaman yapımını başardığımızda ne kazanacağız?
Zaman yönetimini anlatırken üzerinde durmuştuk: Yoğun, açık, arayan, nitelikli bir yaşam kazanacağız. Derin, geniş, etkin biçimde yaşayabileceğiz böyle bir yaşamı.
Nasıl kazanacağız? Başlatarak, yöneterek, kurarak!
Başlatabilme, kurarak sürdüreceğim yaşam dönüşmesinin önemli bir ögesi. O güne dek orada olmayanı başlatabilmek! Gerçekten, çoğu durumda, büyük bir yaşam gücü, zaman gücü isteyen bir çaba. Başlattığımızı sürdürerek, kurmak. Kurmak, sosyolojik anlamda "kurum, dernek, dostluk" kurulabilir örneğin; bir bilimsel kurum kurulabilir: Sanatın her dalındaki üretim de bir kurmaktır.
İnsan zaman yapımına ne zaman başladı? Ya da ne zaman başlayacak? Tarihte zaman yapımını başaran insanlar, kültürler var. Çağımız teknolojisi zaman yapımını ortadan kaldırıyor mu? Tümüyle öyle değil. Teknoloji ancak zaman yönetimi ile oluşturulabilirdi. Zaman yapımının önemini gençlerimize anlatmak gerek. Bedensel-ruhsal sağlığın gerekli koşulu, zaman yapımına katkıda bulunmakla sağlanabilir. Zamanla, insanın zamanla ilişkisi, zaman yapımı ilişkisine dönüşebilir.
 Şubat-Temmuz 2003
Ankara

Çatal ve kaşığın Dengesi...FİZİK...

<iframe width="420" height="315" src="http://www.youtube.com/embed/LtNEzCBqtXQ" frameborder="0" allowfullscreen></iframe>
yanlış varsayımlarla doğru sonuçlara varılamaz.(Cihat Şener Öğretmen)...;)
İnsan fırsatların gelmesini bekler, fırsatlarda insanın gelmesini. Fırsatlar bekler, insanlar bekler. Kazanan hep mazeret olur.



- Paulo Coelho -

31 Temmuz 2011 Pazar

HANGİ LASTİK ?


Dört universite ogrencisi sabahleyin uyanamayarak fizik finalini 
kaçırırlar,... sinav ertesinde hocalarini yakalayip, zarzor bindikleri 
arabanin lastigi patladigi icin sinavi kacirdiklarina ikna ederler. 
Kadin, yalvarmalarina dayanamayarak, bu dört arkadasa sinavi 3 gun 
sonra yapacagini soyler. 
Sinav gunu geldiginde, fizik hocasi bizim dortluyu sinifin dört 
kosesine oturtur. Finali gecmek icin de en az 50 almak lazimdir, sinavda da 5 
soru vardir. Sayfanin onundeki 4 fizik sorusu basit sorulardir ve her 
biri 10 puanliktir. 
Kagidin arkasindaki soru ise 60 puanliktir ve de soru aynen soyledir 
Hangi lastik patladi ??

EINSTEIN VE ŞÖFÖRÜ



Einstein konferaslarina hep özel soförü ile giderdi. Yine bir konferansa gitmek üzere yola çiktiklari bir gün soförü Einstein'a ; 

'Efendim, uzun zamandir siz konusmanizi yaparken ben de arka siralarda oturup sizi dinliyorum ve artik neredeyse söyleyeceginiz her seyi kelimesi kelimesine biliyorum' dedi. Einstein gülümseyerek ona bir öneride bulundu: 

'Peki, simdi gidecegimiz yerde beni hic tanimiyorlar' dedi. 

'O halde bugün palto ve sapkalarimizi degistirelim, benim yerime sen yap konusmayi, ben de arka sirada seni dinlerim.' 

Soför, gercekten cok basarili bir konusma yapti ve sorulan tüm sorulari dogru yanitladi. Tam yerine oturacagi sirada bir kisi, o güne kadar konferansta sorulmamis bir soru sordu.

Soför, hic duraksamadan soruyu soran kisiye döndü ve 'Böylesine basit bir soruyu sormaniz gercekten cok garip' dedi. 

Sonra da Einstein'i isaret ederek söyle devam etti: 'Simdi size arka sirada oturan soförümü cagiracagim ve sordugunuz soruyu, göreceksiniz, o bile yanitlayacak'